DEMİR KULE


 Avluya çıkartıldığım dar zamanlarda sırtımı duvara yaslayıp kuleyi seyrediyordum. İçeride birbirlerinin tıpkısı olan, yalnızca kılıkları askere benzeyen, haysiyetsiz demir kafalar geziniyordu. Her defasında duvarda hışırtılı bir sesle birlikte olduğum yere çömeliyor, kafamı yukarı kaldırarak zerre kıymetimin olmadığı bu yerde havayı kokluyordum. Doğrusu çok büyük bir çukurdaydım. Ve zavallı ben, havaya ve güneşe bakarak hangi ayda, hangi mevsimde olduğumu tahmin etmeye çalışıyordum. Nadir zamanlarda verilen bu gerçek soluklanmalarda, gökyüzü dışında gözlerimin gördüğü tek şey, asla alışmak istemediğim betondan ve grilikten ibaretti. Kafama geçirilmiş bir torba ve silah zoruyla kilometrelerce yolu geride bırakırken; bedenim, aklım ve ruhum bulunduğum yeri tahmin edemeyecek kadar hırpalanmıştı. 

 Kule, bir acziyet, bir eziyet, bir gözetleme, bir had bildirme ve bir ölüm kalım merkeziydi. Bunu bilmek damarlarımı daraltan bir sıkıntı veriyor, ben yine de sık sık dünyanın neresinde olduğumuzu düşünüyordum. Ama bilmeme imkân yoktu. Hava yıllardır soluduğumdan çok farklı kokuyordu. Bir şehirde olduğumuzu bile düşünemiyordum çünkü yaşadığım şehirlerde hep bir gürültü olurdu. Eğer bütün şehir halkı bisiklete binmiyorsa, burada yaşam olduğuna dair bir işaret duyamıyordum…      

 Bazen gözlerimi kapatıp, karanlığı hayal etmeye çalışıyordum. Ama kulenin arkasına düşürdüğüm güneş buna bir türlü müsaade etmiyordu. Oysa nasıl özlemiştim aylı, yıldızlı, ışıl ışıl gökyüzünü… Geceleri dışarı çıkartılmıyorduk. Sadece işkenceden veya verilen zehirden ölen biri olduğunda, odalarda değişiklik yapmak için bizi teker teker birkaç saatliğine de olsa avluya atıyorlardı. Belki de saat değil, dakikaydı. Şimdi ne söylesem yalan olur. Bana hazineymişçesine kıymetli gelen bu zaman dilimlerini son saniyesine kadar “İnsan,” olarak kullanmaya çalışıyordum. 

 Avluya her çıkışımda düşünüyordum; kuleye çıkabilseydim, güneyde veya kuzeyde bir deniz görebilir miydim? Ellerinde uzun oltalarla ve yanlarında oğullarıyla balık tutan adamlar ne kadar uzaklıktaydı? Güzel kadınlar, küçük çocuklar, çok özlediğim yağmur, hele toprak, dokunmayalı ne kadar uzun zaman olmuştu… Umudum bitmiş de olsa bunlar tek tek kafamın içinde geziniyor, yakında öleceğime emin olduğum kadar da bunların hayaliyle yaşamak istiyordum. Bir gün düşündükçe içim iyiden iyiye daraldı. Keşke işkenceden değil de bir karanfil çayına konulmuş zehir sonum olsaydı...             

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kişisel Bir Hayat Planı