DEMİR KULE
Avluya çıkartıldığım dar zamanlarda sırtımı duvara yaslayıp kuleyi seyrediyordum. İçeride birbirlerinin tıpkısı olan, yalnızca kılıkları askere benzeyen, haysiyetsiz demir kafalar geziniyordu. Her defasında duvarda hışırtılı bir sesle birlikte olduğum yere çömeliyor, kafamı yukarı kaldırarak zerre kıymetimin olmadığı bu yerde havayı kokluyordum. Doğrusu çok büyük bir çukurdaydım. Ve zavallı ben, havaya ve güneşe bakarak hangi ayda, hangi mevsimde olduğumu tahmin etmeye çalışıyordum. Nadir zamanlarda verilen bu gerçek soluklanmalarda, gökyüzü dışında gözlerimin gördüğü tek şey, asla alışmak istemediğim betondan ve grilikten ibaretti. Kafama geçirilmiş bir torba ve silah zoruyla kilometrelerce yolu geride bırakırken; bedenim, aklım ve ruhum bulunduğum yeri tahmin edemeyecek kadar hırpalanmıştı. Kule, bir acziyet, bir eziyet, bir gözetleme, bir had bildirme ve bir ölüm kalım merkeziydi. Bunu bilmek damarlarımı daraltan bir sıkıntı veriyor, ben yine de sık sık dünyanın neresinde olduğum